Muhtemelen bir çok eleştiriye maruz kalacak olsa da, bir itirafta bulunmam gerekiyor – Airbnb’yi sevmiyorum. Hilton’da (veya daha bile fenası Holiday Inn, Travelodge veya Ibis’de) kalmayı Airbnb evinde kalmaya tercih ederim. Seyahat etme gerekçelerimden birisi de temelinde insanın evinde olmasından kaynaklanan ve günlük hayatta olağan gelen birçok unsurdan uzaklaşmak olduğu için kendi evimden uzaklaşıp da bu sefer de bir başkasının evinde, bir başkasının etrafını çevreleyen unsurlarla kuşatılma fikrine hiç alışamadım. Bu fikri seyahat kavramıyla hiç özdeşleştiremedim. Duymaya çok alışık olduğumuz “turist gibi hissetmek istemiyorum” (o zaman mesela evde kalmayı da düşünebilirsin?), “lokaller gibi takılmak istiyorum” ifadeleri bir şekilde zaman içerisinde Airbnb deneyimiyle de özdeşleşmeye başladı. Her ne kadar evde kalmanın otellere göre lokasyon çeşitliliği nedeniyle bölgesel bir avantaj sağlayabildiğini anlasam da, seyahat deneyimini özgün kılmanın olmazsa olmazı otel deneyimini bertaraf etmek değil bence. Mesela şehrin en merkez meydanında, sadece turistlere hizmet ettiği aşikar olan bir kafeye gitmeyerek, seyahat öncesi ağırlıklı olarak lokallere hizmet eden websitelerinden şehrin restoranlarını seçerek, bir takım müzelere sabah erken veya hemen kapanış öncesi saatlerde giderek hem aşırı kalabalıkları atlatmak hem de daha farklı bir seyahat deneyimini yaşamak yine mümkün.
Sabah Saatleri
Kaldığınız yerden tamamen bağımsız şekilde, şehrin ritmini gözlemleyerek de şehre ilişkin deneyimi özgünleştirmenin mümkün olabildiğini düşünüyorum. Mesela benim bir şehri tanımak için en favori zamanım sabah işe gidiş saatleridir – bir şehir o sabah trafiği zamanları ne yaparsa yapsın gerçek kimliğini gizleyemez, kendisini turistlere olduğundan daha havalı olarak tanıtamaz. Madrid’in sabahları bana nispeten daha fazla gülen suratlar, daha az bir telaşı anımsatırken, Pekin sabahları tarif edilemez bir kaosu simgeler. Bu bakış açısını İstanbul sabahlarına uyarladığımızda ise ben dahil hepimiz kafayı biraz öne eğiyoruz sanırım.
Airbn v. Oteller
Bir itiraf daha, konu sadece seyahatin benim için ifade ettiği özgürlük kavramı ile Airbnb’nin tam olarak birbirine uymaması da değil – ben otelleri ayrıca çok seviyorum. Otellerin o sürekli insanların girip çıktığı ritmini, yemek öncesi 15-20 dakika için uğranan otel barlarını ama hepsinden önemlisi hepsi farklı gerekçelerle evlerinden uzak olan o insan topluluğunun ortak sinerjisini seviyorum (mesela New York City’de yıllar boyunca birçok sanatçıya ev sahipliği yapmış ve Leonerd Cohen’in aynı isimli ünlü şarkısına da konu olmuş Chelsea Hotel!). Otellerde herkes geçici, kimse otelin sahibi değil, kimse iyi veya kötü anlamda oteldeki dekorasyona yönelik tercihlerin yönlendiricisi değil. Airbnb ise bana lokal olmak hissini değil ama sanki yerelmişçesine davranma hissini geçiriyor – başka birisinin hayata, evine ilişkin tercihleriyle çevreleniyorsunuz. Her ev o şehrin mi yoksa daha ziyade sahibinin tercihlerinin mi bir yansıtıcısıdır? İstanbul’da hint stili dekore edilmiş birçok ev de var mesela (gerçekten de var :)).
Şehir Otelleri
Ayrıca kimi oteller şehre ilişkin lokal hissi konuklarına geçirme konusunda gerçekten de çok başarılı. Mesela Portland’daki Ace Hotel – Ace Hotel’in lobisinde geçirilecek bir iki saat bile Portland’ın nevi şahsına münhasır insanlarına ilişkin algı oluşturmanıza olanak veriyor. Yine Stockholm’deki Nobis Otel’in lobisi ve bistrosu – iş çıkışı Stockholm’lülerin uğrak yeri – İsveç beyaz yakalılarına ilişkin inanılmaz bir gözlem kulesi benim için. Airbnb’ye bunca eleştiri ve otellere bu denli övgüden sonra, en sevdiğim bazı otelleri listelemek de boynumun borcu tabi – favorilerim arasındaki 10 otelin listesine buradan ulaşabiliriniz.