Avustralya: Yasaksızlıklar Ülkesi

Yeni Zelanda olmasa Avustralya rotama hiç girer miydi bilmiyorum. Her ne kadar o kadar uzak bir ülkeye gitmek her zaman için ilgi çekici olsa da, batı ülkelerinin bir benzeri için onca yol gitmeye ne gerek var diye düşündüğümü anımsıyorum. Genelde seyahatlerimi doğa odaklı rotalara gerçekleştirdiğim için Yeni Zelanda’yı ise haliyle hep çok merak ediyordum. Avustralya’ya da olsa olsa Yeni Zelanda’ya giderken bir durak olarak bakıyordum. Ta ki Okyanusya kıtasına seyahatimi planlarken Yeni Zelanda vize başvurum reddedilene kadar. Oysa çoktan Avustralya vizem kolayca hallolmuş olduğu için Avustralya gidiş dönüş biletimi almışve çoğunluğunu Yeni Zelanda’da geçirmek üzere seyahati ve biletleri üç hafta olacak şekilde planlamıştım. Vize başvurum reddedilince bir anda kendimi üç haftalık bir Avustralya seyahati ile baş başa buluyorum. Yeni Zelanda üzüntüsünü ve gurur incinmesini unutabilmek için (o arada kötü kaydım oluşmasın diye Yeni Zelanda vizesi için tekrar başvurup bir de kendilerine mektup yazıyorum) Avustralya seyahatine dört elle sarılıyorum ve kendime ağırlıklı olarak kıyı şeridini hedef alan bir rota çiziyorum. Avustralya seyahatine o kadar motive oluyorum ki, sağda solda “artık Yeni Zelanda vize verse de gitmem” gibi demeçlerim de olmuyor değil. Seyahatin başlangıcına bir ay kala ise gelen bir emaille Yeni Zelanda’nın bu sefer vize başvurumu kabul ettiğini öğreniyorum. Tabi bu maili okumam ve Avustralya – Yeni Zelanda arası biletlerimi almam arasında sanırım en fazla bir on dakika vardır. Yeni Zelanda’nın kalbimi kırdığı dönemde teselli bulduğum Avustralya’ya karşı biraz mahçup olarak, seyahatin Avustralya’ya ayrılan kısmını yaklaşık dokuz güne indirip, Melbourne ve Sidney ile sınırlıyorum. Avustralya konusunda öyle bir motive olmuşum ki, bu sefer de olsun bir daha giderim diye kendimi Avustralya konusunda teselli etmeye çalışıyorum.

San Francisco + Vancouver = Melbourne

Avustralya’da ilk durağım yaklaşık 34 saate yayılan bir yolculuk sonrası Melbourne oluyor. Jetlage yenilmemek için çok kısa bir uykudan sonra, hemen kendimi sokağa atıyorum. Melbourne bana daha adım atar atmaz bir yandan Vancouver BC, Kanada bir yandan da Amerika’nın halen en sevdiğim şehirlerinden olan San Francisco’yu anımsatıyor. Sokak sanatının hakim olduğu Melbourne’da hiçbir konuda aşırılık yok. Sokaklar gayet kendi halinde ve insanlar rahat. Beni şehirde en çok etkileyen ise şehrin gece ışıkları altındaki hali oluyor. Asya’da normalde uyku saati olarak 10’u geçirmeyen beni uykusuz bırakan muhteşem gece ışıklandırmasının bir benzerini Melbourne ve onun dar sokaklarında buluyorum. Hani bazen bazı seyahatlerde herşey yolunda gider; hava hep şansınıza istediğiniz gibi olur, okumak için hazırladığınız her kitabı okursunuz, her yer bir diğerinden de güzel gelir ve otelleriniz iyi çıkar. Melbourne’a adım attığım daha ilk saatte bu seyahatin bu şekilde geçeceğine ilişkin inanılmaz bir umutla doluyorum. Enerjimi çok yükselten bir şehir oluyor. Günlüklerde de daha detaylı yazdığım şekilde, Melbourne ışık olarak gece olduğu kadar gündüz de şanslı bir şehir. Dar sokaklarının tepesinden süzülen ışıklarla gündüz ışıklandırması şehri neredeyse bir film setine dönüştürüyor. Saatlerce sadece fotoğraf çekebilirsiniz. Melbourne’da keşke daha fazla zaman ayırabilseydim diyorum. Yüzümü en çok güldüren an ise şehrin muhteşem mimariye sahip kütüphanesinin önündeki bahçede birden kamp ateşi yakmaya başlayan bir gence, koruma görevlisinin kızmayıp, ateşi nasıl kontrollü yakabileceğini gösterdiği anlar oluyor. Hoşgörüye hasret kalmış bir toplumun üyesi olarak, öykünerek izliyorum bu olayı. Avustralya’daki ikinci durağım ise uzun bir Yeni Zelanda arası sonrası Sidney oluyor.

Önyargılarım ve Sidney

Her seyahatimin şehirsel anlamda bir kurbanı olur. Her ülkede nadiren geçerli bir sebebe dayanarak bir kötü çocuk belirlerim. Mesela Japonya’ya ilk gittiğimde sanki Tokyo Dünya’nın en önemli şehirlerinden değilmiş gibi, on günlük seyahatin hiçbir aşamasında Tokyo’ya gitmeyi düşünmemiştim (sonraki seyahatlerimde gittim ama asla Kyoto‘nun yerini tutamadı benim için). Norveç‘e çok kez gitmiş olmama rağmen, Oslo’da toplamda sadece bir gün geçirdim ve tüm Norveç seyahatlerimi mümkünse Oslo’yu tamamen hariç bırakacak şekilde planlamaya çalışıyorum. Çok önceden belliydi – Avustralya’da da Sidney’e takmıştım. Sanki Sidney diye bir yer yokmuşçasına uçak bileti araştırmaları Melbourne, hatta Perth üzerinden yapılıyordu. Kimi zaman bu önyargı o kadar anlamsız boyutlarda olabiliyor ki, gitmeden önce Sidney dendiğinde yüzümün aldığı sanki sevmediğim bir yemekten bahsedilmiş gibi ifadeyi görmenizi isterdim.

Tam bu düşünceler ve büyük şehir fobim nedeniyle Sidney’i de kurban etmek üzereydim ki, Avustralya’ya en az 25-26 saatlik bir yolculukla gidildiğini, sınırlı gün için de olsa Dünya’nın en önemli metropollerinden olan Sidney’i de görmenin makul bir plan olacağını zihnimin daha mantıklı kısmı bana kabul ettiriyor. Uçak rotaları açısından da daha avantajlı olduğu için, Sidney’e uçuş ve Sidney’den İstanbul dönüşü için altı günlük bir dilim ayırıyorum. Planım bu altı günün tamamını Sidney’de geçirmek değil tabi. Şehre bir iki gün ayırıp, sonrasında Avustralya’nın başka bir bölgesine geçmek ve en son İstanbul uçuşu için yine Sidney’e dönmek var kafamda – bu plan bana Yeni Zelanda dönüşü Sidney Havalimanından şehre ilk varış anıma kadar çok mantıklı geliyor. Oysa Sidney’in alternatif mahallelerinden sayılan Newtown’a giderken yolda gördüklerim dahi tüm altı günü Sidney’de geçirmeye beni bir anda ikna ediyor. Özellikle Newton bölgesi sanki 70’lerin Amerikan filmlerindeki gibi bir atmosfere sahip. Muhteşem bir ışıklandırma, kovboy filmlerinde gördüğümüz türden bir mimari ve enfes bir hava. Kısmen yokuşları da olsa neredeyse her mahallesine yürüyebileceğiniz Sidney benim bugüne kadar gördüğüm büyük şehirler arasında Paris’den sonra en sevdiklerim arasına yerleşiyor.

Hoşgörü Özlemi ve Avustralya

Anlayacağınız bugün Dünya’daki en sevdiğim şehirler arasına eklediğim Sidney’i anlamsız önyargılarım nedeniyle neredeyse görmeden gelecektim. Sidney’in bende en iz bırakan yönleri her bir mahallesinin farklı mimarisi, geniş verandalı evleri, ücretsiz sanat müzeleri, hipnotize olmuş gibi saatlerce izlediğim dalga sörfçüleri, kumsalları ama herşeyden önce yasaksızlığı oldu. Öyle ki kendinizi bir insan olarak zararlı hissetmekten öte, Dünya’da her güzellik sizin için varmış gibi hissediyorsunuz. Müzeler kuruluş amaçlarının sizin mümkün olduğu kadar sanatı algılayabilmeniz olduğunun farkındalar – müze görevlileri ve sizin aranızda sanki siz oraya tüm eserleri parçalamaya gelmişsiniz gibi gizli bir gerilim yok. Otobüste bilmediğiniz için bilet uygulamasında yanlışlık yaptığınızda azar yerine size yardımcı olunuyor.  Belki de gerilimle dolu Dünya’nın geri kalanından bu kadar uzakta kalabilmenin zihin sağlığına faydasının getirileri bunlar. Öyle ya da değil – ama uzun zaman sonra Avustralya ruhuma çok iyi gelen bir ülke oluyor. Çok uzun zamandır kendimi hiç bu kadar mutlu, huzurlu ve de umutlu hissetmemiştim.