Çok Gezenler Kulübü İle Röportaj
Türkiye’de seyahat blogu kavramının doğması ve gelişmesinde katkıları azımsanamayacak Çok Gezenler Kulübü’nün yeni başlattığı #gezginportreler serisinde ben de soruları yanıtladım. Orjinaline Çok Gezenler Kulübü sayfasından da erişebileceğiniz röportajı aşağıda bulabilirsiniz. Neden seyahat ettiğimi, eski ve yeni rotaları konuştuk.
Burcu merhaba yeniden! önce seni tanıyalım mı üç cümlede? Neden geziyorsun?
Merhaba! Bana geçmeden önce, söylemezsem içimde kalacak. Türkiye’de seyahat kavramının olumlu yönde değişmesi ve gelişmesinde Çok Gezenler Kulübü’nün bence çok önemli bir yeri var – bir seyahat sever olarak size teşekkür ederim. Bana gelirsek ise esas mesleğim avukatlık olmakla birlikte, Nisan 2017’de hem daha uzun süreli seyahatlere çıkabilmek hem de websiteme daha fazla ağırlık verebilmek için hayatımın avukatlık kısmını oldukça azalttım. İlk yalnız seyahatime millerle kazanılan bir uçak bileti heba olmasın diye, okul da devam ettiği için kimseyi bulamayıp 21 yaşında çıktım – rota Paris’di. O zamandan beri de yalnız seyahat ediyorum. Seyahat etmenin ama daha da önemlisi yalnız seyahat etmenin bir insanın kendisini tanıyabilmesi için en iyi yol olduğunu düşünüyorum. Kendime, etrafıma ve hayattaki herşeye karşı algım alışkanlık edindiğim mekanlardan uzaklaşır uzaklaşmaz açılmaya başlıyor. Seyahatteyken okuduğum kitabı bile daha iyi özümsüyorum diye düşünüyorum.
Şimdiye kadar gittiğin ülkeler içinde seni en etkileyen yerler nereleri oldu?
Beni etkilemekten de öte değiştiren ve hatta büyüten iki yer oldu – bunlardan ilki Norveç’teki Lofoten Adaları, ikincisi ise Alaska. İnanılmaz bir doğaya sahip bu iki yer de insana Dünya’daki yerini daha iyi algılaması için fırsat yaratıyor. Ne yaparsak yapalım doğanın hükümdarlığı altındayız. Yapabileceğimiz en iyi şey ona ayak uydurmak. Onun ötesinde gerek insan karakteri olarak gerek üretim olarak doğanın önüne geçmenin veya onun koşullarını zorlamanın çok anlamı yok bence. İskandinavların da bugün hem en mütevazi toplumlardan birisi, hem de doğayla en uyumlu tasarım anlayışının öncüleri olmalarının sebebi de içindeki yaşadıkları doğa ve sert koşulların onlara esas patronun kim olduğunu devamlı anımsatıyor olması diye düşünüyorum. Alaska da, Lofoten de bana bu hisleri geçiren iki yer oldu.
Alaska’yı biraz daha detaylandırır mısın? Yaşam nasıl?
Alaska yukarıda izah ettiğim doğanın hakim olması halinin en ileri örneklerinden. Belirli bölgelerine yılın ancak bir iki ayında ulaşım oluyor. Onun dışında da sürekli vahşi hayatın bilincinde bir hayat sürüyorlar. Beni en çok etkileyen ise – vahşi hayatı ayakta tutabilme, gelen ziyaretçilerin vahşi hayatı deneyimlemesine olanak verme ama bir yandan da insan güvenliğini koruma anlamındaki dengeyi tutturabilmek için verdikleri inanılmaz çaba oldu. Diyelim belirli bir bölgede insanların hedef alındığı kurt saldırısı yaşandı. Hem kurtları öldürmemek hem de insanların doğal hayata erişimini kısıtlamamak için doğrudan o alanı kapatmak yerine, detaylı araştırmalar yapıyorlar. O kurt türünün ziyareti alışkanlık edindiği bir bölgeden ne kadar sürede vazgeçtiğini diğer örnekleri dikkate alarak inceliyorlar ve daha sonra ilgili alanı kontrollü şekilde yine insanlara açıyorlar. Bu yaklaşım beni çok etkilemişti. Oysa ki bölgeyi insanlara külliyen kapamak çoğu yönetimin ilk tercihi olurdu.
2017-2018 planlarında nereleri var?
2017 Mayıs’ında bir aylık bir Avustralya – Yeni Zelanda seyahatim oldu. Çok yakında da bir aylık bir Chicago, ABD ziyaretim olacak. 16 yaşında bir yıl yanlarında kaldığım AFS ailemi ziyaret esas amaç olsa da, buna ek olarak Chicago’dan Güney’de New Orleans’a kadar inen trenle “blues road”u da denemek istiyorum. Ocak’ta ise benim için yeri her daim ayrı olan Japonya var listemde. Bu sefer diğer seyahatlerimden daha uzun süre kalmayı planlıyorum.
Seyahatlerinde, kültürel olarak seni çok şaşırtan birkaç durumu da merak ediyoruz.
Dünya’nın en kuzey yerleşim birimlerinden olan Svalbard Adasındaki “ölüm yasağı” beni çok şaşırtmıştı. Çok sert hava koşulları nedeniyle ölüm sonrası vücutlar çürümeyip, toprağa karışamadığı için 1950 yılından beri adada “ölünmemesi” yönünde bir politika var, ölüm riski altındaki insanları ana kara Norveç’e naklediyorlar. Svalbard’da beni çok şaşırtan bir diğer olaya daha şahit olmuştum. Zaten oldukça ıssız olan Svalbard’ın daha da ıssız Isfjord bölgesinde konakladığım otelde oda kapılarında kilit yoktu. Sebebini sorduğumda ise otel uygulamasının bu yönde olduğunu söylediler. Sonra düşününce zaten kutup ayısı riski nedeniyle tek başınıza otelden çıkmanızın yasak olduğu bu adada, insandan insana suç ihtimalinin de gerçekten az olabileceğine ben de ikna oldum 🙂