Göbekli Tepe: Kazı Ekibinin Gözünden

Türkiye’nin Efes ve Bergama’yı da içerecek şekilde arkeolojik saha anlamındaki zenginliği şüphe götürmeyen bir gerçek. Kendi topraklarımızda yer alan ve insanlık tarihine ışık tutan bu arkeolojik alanlarla ne kadar gurur duysak da, bir yandan da zihnimiz bu sahalar ve ne şartlar altında kurulmuş olduklarına ilişkin kimi zaman fantastik kimi zaman ise söz konusu sahayla tamamen ilgisiz hikayeler üretmekten de geri kalmıyor. Türkiye’de yer alan kazı alanları arasında uzaylılar tarafından inşa edilmiş olduğu iddiasını da içerecek şekilde bu hikayelerden en çok nasibini almış alan ise şüphesiz ki Urfa’ya 12 kilometre uzakta yer alan Göbekli Tepe. Neredeyse 12,000 yıllık bir tarihe sahip olan Göbekli Tepe’nin insanoğlunun tarihi açısından tam olarak ne anlama geldiğini tespit edebilmek için halen keşfedilmesi gereken bir çok unsur var. Geçtiğimiz sene ziyaret etme fırsatını bulduğum Göbekli Tepe ile ilgili yazacağım seyahat yazısı için araştırma yaparken bu eşsiz arkeolojik alan ile ilgili kazı çalışmalarındaki son durumu ve şu zamana kadar alan ile ilgili ortaya konmuş bulguları oldukça akıcı bir dil ile anlatan ve sahadaki kazılarda çalışan arkeologlar tarafından hazırlanan The Tepe Telegrams bloguna denk geldim. Sahanın hikayesini blogu hazırlayan takımda yer alan ve yıllardır Göbekli Tepe kazılarında çalışmakta olan kişilerden dinleyebilmek adına Alman arkeolog Jens Notroff ile irtibata geçtim. Nazik bir şekilde sorularıma vakit ayıran ve sahaya ilişkin kendi çektiği fotoğraf ve çizimleri benle paylaşan Jens Notroff ile röportajımı aşağıda bulabilirsiniz.

Jens – yazılarına ilk defa Göbekli Tepe ile ilgili internette araştırma yaparken The Tepe Telegrams vasıtasıyla denk geldim. The Tepe Telegrams, meslektaşın ve kazı arkadaşın Oliver ile birlikte hazırladığınız ve düzenli bir şekilde güncellenerek arkeoloji altyapısı olmayan kişilerin de anlayabileceği bir dille Göbekli Tepe’ye ilişkin bulgularınızı anlatan bir site.

Nazik sözlerin için çok teşekkür ederim. Açıkçası Tepe Telegrams’ın senin üzerinde bıraktığı bu izlenime çok sevindim – Oliver ile birlikte blogu oluştururken niyetimiz tam da buydu. Sahaya ilişkin bulgularımızın Göbekli Tepe’de sürdürülen araştırma ve kazılara ilgi duyan herkesle paylaşılması amacını güttük. Bu özel sahaya olan ilgi sürekli artmakla birlikte, internette Göbekli Tepe’ye ilişkin ya ilgisiz ya da fazlasıyla teknik birçok bilgi de dolaşmakta. Bu nedenle de sahadaki güncel ve veriye dayalı araştırma sonuçlarını normalde akademik yayınlar yoluyla ulaşamadığımız kitleye aktarabilmek en büyük arzumuzdu.

Her ne kadar 1960’larda Chicago ve İstanbul Üniversitelerinin ortak araştırmaları neticesinde Neolitik bir saha olarak literatüre geçmiş olsa da, Göbekli Tepe saha olarak 1994’de bulunmuş olması nedeniyle – örneğin 1860’larda keşfedilmiş olan Efes’e göre – göreceli olarak çok daha yeni bir keşif. Sen ne zamandır Göbekli Tepe kazılarında çalışıyorsun? Bir diğer merak ettiğim konu ise 1994 yılında sahayı keşfetmiş olan ve 2014 yılında aramızdan ayrılan Klaus Schmidt ile çalışma fırsatı bulup bulmamış olduğun. 

O zamanlarda daha öğrenci olmakla birlikte 2006 yılından beri Göbekli Tepe araştırmalarında yer alıyorum. Aynı zamanda Alman Arkeoloji Enstitüsünde araştırma görevlisiyim ve tüm bu yıllar boyunca bu büyüleyici sahada Klaus Schmidt ile çalışma fırsatı buldum.

Göbekli Tepe kazılarına önderlik eden ana kazı takımının tahmin ediyorum ki ilintili olduğu bir kurum söz konusu. Bu kurumun kimliği ve kazılarda size Türk üniversitelerinden arkeoloji öğrencilerin de eşlik edip etmediği konularında bize bilgi verebilir misin?

Göbekli Tepe Araştırma Projesi erken dönem anıtlarının yiyeceğe erişim, sosyal hiyerarşi ve inanç sistemleri üzerindeki etkisini araştıran uzun soluklu ve disiplinler arası bir proje. Proje aynı zamanda Neolitik dönem Anadolu’sunda yaşamı sürdürebilmeye yönelik stratejiler ve faunal gelişmelere de odaklanmakta. Projenin kazı ve arkeolojik araştırmalara ilişkin kısmı Alman Araştırma Vakfı sponsorluğunda ve Urfa Haleplibahçe Müzesi ile de yakın işbirliği içinde Alman Arkeoloji Enstitüsünün Orient ve İstanbul Departmanları tarafından yürütülmekte. Projenin arkeo-bioloji kısmı ise Münih Ludwig-Maximilians Üniversitesi tarafından sürdürülmekte. Yakın zamanda projede görevli kurumlar arasında işbirliğini kolaylaştırabilmek için bir “Bilimsel Danışma Kurulu” kuruldu. Bu kurul bünyesinde farklı üniversitelerde görevli olan birçok değerli Türk meslektaşım da yer almakta. Göbekli Tepe Araştırma Projesinin disiplinler arası ve uluslararası bir kapsama sahip olması ve bunun neticesinde de projeye Türkiye, Almanya ve birçok diğer ülkeden öğrencilerin de dahlinin olması bizi özellikle mutlu eden bir unsur.

Son dönemlerde Göbekli Tepe ve bu sahanın insanlık tarihi açısından ne anlama geldiğine ilişkin hem olumlu hem de olumsuz yönde artan bir ilgi var. National Geographic cephesinde de sebebi oldukça anlaşılabilir olduğu üzere sahaya karşı süreklilik gösteren bir ilgi söz konusu. Derginin Göbekli Tepe’nin öneminin ne olduğuna ilişkin önergelerinden birisi de şu şekilde: “Daha önceleri tarımın önce şehirlere, sonra yazıya, sanata ve dine yol verdiğini düşünürdük. Şimdi ise Dünya’nın bu en eski tapınağı esasında insanın inanma inancının medeniyete yol verdiğini gösteriyor”. Benim de geçen sene Türk Hava Yolları’nın dergisi Skylife için Göbekli Tepe ile ilgili yazdığım kısa seyahat yazısında en çok odaklandığım önerme buydu. Göbekli Tepe’nin o dönem uygarlığının dini amaçlarla inşa ettiği devasa dikilitaşlardan oluşan bir saha olduğu ve keşfinin insanlığı medeniyete götüren ana olgunun ne olduğu hususunda daha önce yerleşmiş olarak kabul edilen fikirlerin değişmesine yol açtığını söylemek doğru olur mu? 

Esasında öncelikle bence eleştiriye oldukça açık olan “tapınak” etiketini tartışmaya açmalı. Eğer “tapınak” kavramının tanrıların evi olarak kabul edilen tarihi tanımından hareket edersek, tarih öncesi arkeolojinin klasik sorunlarından olan yazılı kaynak eksikliği ile karşılaşıyoruz. Bu durumda da sadece sahadan çıkarabildiğimiz materyallere ilişkin yorumumuz üzerinden hareket edebiliyoruz. Göbekli Tepe açısından organize bir din, tanrı veya kutsal varlık olgusunun mevcut olduğundan tam olarak emin olabilmek de bu nedenle mümkün değil. Ben kişisel olarak belirli ritüeller ve ayinleri de içerecek şekilde Göbekli Tepe’nin bir toplanma merkezi olduğu yönündeki bir yorumu daha fazla tercih ediyorum. Bir tapınaktan ziyade bir toplanma yeri belki de. Ancak nihai olarak bu daha ziyade bir tanımlama sorunu. Bu soruyu bu yazımda biraz daha detaylı ele aldım. Daha ilginç olan soru ise yaşamsal sürdürülebilirlik ve tarımın benimsenmesi etrafındaki sorular. Göbekli Tepe sayesinde bugün yaşadığımız hayat stilini tetikleyen çok önemli bir adıma şahitlik etmek fırsatını bulabiliriz. Göbekli Tepe’de ortaya çıkarılmış olan yapılar açıkça avcı/toplayıcı bir grubun çabalarının ötesinde daha koordine bir işbirliğinin söz konusu olduğu savını destekliyor. Etnografik ve tarihsel karşılaştırmalar neticesinde de vaat edilen bir toplu ziyafetin bu gerekli ve kalabalık iş gücünü sağlamaya yarayabileceğini biliyoruz. Nitekim sahada toplu biçimde hayvan eti tüketimine kanıt olacak şekilde ciddi sayıda hayvan kemiği bulduk (özellikle geyik ve yaban öküzü). Bu toplaşma ve ciddi oranda yiyecek tedarikini de gerektirecek şekilde ziyafetleri gerçekleştirme ihtiyacı da bir takım ekonomik sıkıntılara yol açmış olup, sonucunda farklı yiyecek kaynakları arayışına yön vermiş olabilir. Yine aynı bölgede yer alan bir yanardağ olan Karacadağ’da ilk buğdayın bulunmuş olmasının da sadece bir tesadüf olduğunu söylemek bence çok güç. Dolayısıyla Göbekli Tepe’de yaşanan bu sosyal toplaşmaların bugün neolitikleşme olarak sınıflandırdığımız hayat tarzına geçişe yol verdiği fikri bence değerlendirmeye değer.

Tepe Telegrams’da yayımlanan ve Göbekli Tepe’de sıradan bir kazı günü ve bölge halkıyla olan ilişkine yoğunlaşan “bir arkeologun bir günü” yazın en sevdiğim yazılar arasında. Tekrar tekrar dönüp okuduğum bu yazıda kullandığın fotoğraflar da harika. Kendi Göbekli Tepe gezim esnasında beni en çok mutlu eden konu yöre halkının Göbekli Tepe’yi sahiplenişi ve Klaus Schmidt’in bu keşfinden duydukları gurur olmuştu. Senin bu konudaki düşüncelerin nelerdir? Sahadaki çalışmalarınız esnasında kazı takımına bölge halkından da katılım oluyor mu? 

Övgün için çok teşekkür ederim. Yazıyı beğenmiş olmana çok sevindim. Kazı sahasının bölgenin yerel kimliğinin bir parçası haline gelmesine şahit olmak gerçekten de eşsiz. Urfa’da “Göbekli Tepe” ye atfın oldukça sıklıkla duyuluyor olmasına ek olarak, özellikle haftasonları ve tatillerde sahada yabancı turistlere ek olarak yöre halkına denk gelmek de oldukça olağan birşey haline geldi. Yine belirtmem gerek ki Urfa ve genel olarak bölgeye olan yabancı turist ilgisi de özellikle son on yılda ciddi oranda arttı. Göbekli Tepe çok önemli bir saha ve Urfa ve Türkiye bu kültürel değer ile gurur duymakta sonuna kadar haklı. Tüm bunlara ek olarak, yöre halkı kazı ve araştırma takımlarının da önemli birer parçası. Bu takıma dahil olanlar Harran Üniversitesi öğrencileri ve Urfa müzesinden meslektaşlarımızla sınırı olmayıp, özellikle Göbekli Tepe’nin eteğindeki Örencik Köyünden de kazılara kendi arkeolojik stillerini de geliştirmiş olan ve yirmi yıldır kazılarda yer alan takım üyelerini de içerecek şekilde bir katılım söz konusu.

Aslında bu soruya kısmen yukarıda da cevap vermiş oldun. Sahada olduğun bu yıllar boyunca Göbekli Tepe’ye olan ilgiliye ilişkin bir artış gözlemledin  mi? Umuyorum ki devam eden inşaat çalışması da (kazı sahasını korumak için bir çatılandırma çalışması gerçekleştirilmekte) yakın zamanda tamamlanacak olup, sahaya yönelik ilgiyi daha da fazla tetikleyecektir. 

Esasında evet. Özellikle National Geographic ve BBC gibi uluslarası yayınlarda yayımlanan raporların ilgiye olumlu etkisi oldu. Sahaya 2007’de gerçekleştirdiğim ilk seyahat ile sonraki dönemleri karşılaştırdığımda, sahaya olan uluslarası turizm anlamındaki ilgi kesinlikle arttı. Buna ek olarak yerel turizm de önemli bir unsur – Türklerin de Göbekli Tepe’ye ilgisi yıllar içinde arttı. Bununla birlikte yakın zamanda Suriye’de yaşanan karışıklık ister istemez sahaya olan ziyaret sayısını da olumsuz yönde etkiliyor. Umuyorum ki yeni çatılandırma çalışması ve ziyaretçi merkezi ve daha da önemlisi Göbekli Tepe’nin UNESCO Dünya Kültür Mirası haline gelme ihtimali (bu hususa ilişkin yapılacak başvuruya şu günlerde destek sağlıyoruz) – sahaya olan ziyaretçi ilgisini daha da ileriye götürecektir.

Urfa’da yakın zamanda açılmış olan Urfa Arkeoloji Müzesi de oldukça etkileyici olup, benim Türkiye’de hem tasarım hem de barındırdığı koleksiyonun niteliği anlamında gördüğüm en iyi müze. Müze aynı zamanda Urfa’yı da içerecek şekilde genel olarak bölgenin arkeolojik önemini de öne çıkarıyor. Müze ekibi ile aranızda yakın bir çalışma ilişkisi var mı (bunu sadece Göbekli Tepe kazısında çıkarılan objeler açısından değil ama genel olarak bölgedeki Nevali Çori gibi diğer sahalarda da bulunan objelerin tanımlaması açısından soruyorum). 

Kesinlikle. Bu işbirliği yalnızca yeni müze ile ortaya çıkmadı. Kazıların en başından beri bulunan bir takım objelerin saklanması ve sergilenmesi açısından Urfa müzesi ile sıkı bir işbirliği söz konusu. Ben özellikle müzede yer alan ve Göbekli Tepe’nin 1:1 ölçeğinde reprodüksiyonunu içeren kısmı çok seviyorum. Bu reprodüksiyon sayesinde ziyaretçiler sahanın anıtsallığına ilişkin kişisel bir deneyim yaşama imkanına sahip oluyor. Müzede de önemli bir yeri olan Nevali Çori sahasının bizim açımızdan yeri de çok ayrı. Nevali Çori’nin bizim açımızdan tek önemi T şeklinde dikilitaşların ilk keşfedildiği neolitik saha olması da değil. Klaus Schmidt’in Nevali Çori kazılarını yapan takımın daimi bir parçası olmuş olması bu sahayı bizim için çok özel kılıyor.

Ana uzmanlık alanın olan arkeolojiye ek olarak, benim de sıkı bir takipçisi olduğum bir de seyahat blogun var (https://lettersfromthefield.com). Son yazın da Danimarka’da perili olduğu iddia edilen bir köşkte geçirmiş olduğun bir geceye ilişkin. Seyahat yazılarının çoğunu kısa hikayeler formatında hazırlıyor olmandan da hareketle, bir edebiyat düşkünü olduğunu tahmin ediyorum. En sevdiğin seyahat yazarı ve favori seyahat kitabın hangisi? Mesela – her ne kadar kendisi tipik anlamda bir seyahat yazarı olarak nitelenemezse de – senin gibi Alman olan Thomas Mann’ın roman ve kısa hikayelerinde seyahat konseptine bakışı beni her zaman çok derinden etkilemiştir. Senin favorin kim? 

Tekrar övgün için çok teşekkür ederim. Elinde kitap olmaksızın evden dışarı adım atmayacak boyutta sıkı bir okurum (her ne kadar halen gerçek kitapların verdiği his ve kitap kokusuna çok önem versem de – elektronik kitap okuyucuların faydalarını da dokuz haftalık bir kazı gezisinin ikinci haftasında elimde hiçbir okuma materyali kalmadığında zor yoldan da olsa öğrenmek durumunda kaldım). En sevdiğim seyahat yazarı 1930’ların başında Avrupa’yı yaya olarak gerçekleştirdiği seyahatini aktarmak suretiyle kısa süre sonra savaş nedeniyle neredeyse tamamen kaybolan bir dünyayı, kültürü ve toplumu belgeleyen Patrick Leigh Fermor. Fermor’un hikayesi üç farklı kitapta aktarılıyor “A Time of Gifts”(yayım yılı 1977), “Between the Woods and Water”(1987) ve kesinlikle önerdiğim “Brooken Road” (2013). Aynı zamanda von Humboldt, Burton ve Nansen gibi eski dönem kaşiflerinin seyahatnamelerine de ciddi bir zaafım var, bu seyahatnameler benim için önemli birer ilham kaynağı da aynı zamanda. Bu kaşifler ve diğerleri daha yorgan altında kitap okuyan küçük bir çocukken dahi beni keşiflere ve maceralara sürüklediler (aynı Jack London, rider Haggard ve Arthur Canon Doyle’un da yaptığı gibi).

Jens, sorularıma vakit ayırdığın için çok teşekkür ederim. Bir sonraki seyahatin bu kış İzlanda’ya kamp seyahati. Sana hem iyi eğlenceler hem de hava açısından bol şans diliyorum! Bu seyahate ilişkin tüm postları merakla takip edeceğim. Peki İzlanda’da senin ilgini çeken bir arkeolojik unsur var mı? 

Beni bu kısa röportaja davet ettiğin için asıl ben çok teşekkür ederim. Evet – bir sonraki seyahatim bir kez daha kışın İzlanda olacak. Her ne kadar İzlanda da Vikingler vesilesiyle oldukça enteresan bir arkeolojik saha olsa da, bu sefer yarattığı kahramanların Dünya’nın Merkezine Yolculuğuna ilk başladıkları yer buzullarla kaplı yanardağ Snaefellsjökull olan Jules Verne’in ayak izlerini takip edeceğiz.Not: Röportajın orjinal İngilizcesine buradan ulaşabilirsiniz.