İnadına Minik Serçe, İnadına Galatasaray
“Çaresizim doğduğum yerde” demişti Candan Erçetin 2009`da çıkan “Ben Kimim” şarkısının sözlerinde. O dönemlerde bugün geldiğimiz döneme doğru gidişat çoktan başlamış olsa da, bu şarkı sözünü yine de sadece kişisel hayat olaylarımla ilişkilendirebilecek kadar duyarsız – ya da en iyi ihtimalle saftım. Sizde de vardır eminim uzun süredir, hiç dinmeyen bir iç sıkıntısı, kalp sızısı. Tek üzüntü kaynaklarımızın kişisel olduğu dönemlere bir özlem. Zaten hiç gitmeyen minimum yüzde altmışlık bir ülke sızısının kalbe çökmediği, kalan yüzde kırklık şımarıklık üzüntüsü kotasını da çoğu zaman gölgede bırakmadığı – çok daha fuzuli konuları dert yapabilecek lüksümüz olduğu dönemlere hasret.
Temmuz ortasında ailemle Kaş tatilimiz sonrası uzun süre sonra ilk defa on saatlik bir araba yolculuğuyla İstanbul`a döndük. Ne kadar uzun süredir kendi ülkemde uzun araba yolculuğu yapmadığımı farkettim. Daha da önemlisi bu vesileyle ne kadar uzun süre önce kendi ülkemden vazgeçtiğimi farkettim. Yol esnasında inanılmaz güzel manzaraları fotoğraflarken, içimde çok tuhaf bir his vardı, sanki ülke ve benim aramda bir cam vardı. Öteki tarafı görüp, sanki geçmişte kalan birşeyi fotoğraflıyordum. O güzel dağlar, ağaçlar ve sis vardı ama aslında yoktu. Varsa da, benim bizim değildi – bir başkasınındı. Başkasına olan öfkemden, gördüklerimi de ya kötü görmek istiyor, ya da benimseyemiyordum. Kendi ülkemde hayalet gibi yaşadığımı farkettim, buradayım ama değilim.
Sonra kendimi çok zorladım, öyle olmadığını zihnime anlattım. Geçen sene aynı hislere kapıldığım bir dönemde yaptığım tarihi İstanbul yarımada turunu düşündüm. Bu ülkenin, bu şehrin tarihinin kimsenin silemeyeceği ve ne kadar istese de önüne geçemeyeceği kadar derin olduğunu anımsadım. Biraz daha iyi hissettim. Ülkeme uzaktan seyirci gibi bakmayıp, tekrar benimsemeye karar verdim. Bir nevi kendi ülkemle barışmaya karar verdim.
Sezen Aksu: inadına Minik Serçe
Sonra ne kadar uzun süredir Sezen Aksu dinlemediğimi farkettim. Youtube`da aradım, Açık Hava Konserinde Madonna`dan ne eksiğim var diye yaptığı şakaları izledim, uzun uzun güldüm. Sonra gülmekten utandım. Açıkçası Sezen Aksu nedeniyle iyi hissetmekten utandım. Gezi zamanı olan sessizliğini/desteksizliğini anımsadım – doğru, kendisini o nedenle uzun süredir dinlemiyordum değil mi?
Sonra annemin beni 13 yaşındayken yatılı okuduğum Galatasaray Lisesi’nden bir akşam alıp, Beyoğlu`ndaki bugün ismini anımsamadığım o eski sahneye Sezen Aksu’nun az bilinen şarkıları konserine götürdüğünü anımsadım. Az buz değildir, yıllarca Beyoğlu’nun göbeğinde okuyup, gecelerini o yaşlarda hiç bilmemek. Beyoğlu gecelerini ancak parmaklıklardan Galatasaray futbol takımı Avrupa’da tur atlayınca lisenin önünde toplanan kalabalığa bayrak sallayacak (ve o kadar küçüksünüzdür ki bayrağınızı dışarıdan birisi çekip aldığında ağlayacak) kadar bilmek. Hem annemin bana hediye ettiği Beyoğlu gecesi ayrıcalığının hem de Sezen Aksu’nun o küçük salonda anlattığı esprilerin beni ne kadar mutlu ettiğini hatırladım (“beni amcalar değil de karıncalar mı yesin” lafı halen aklımdadır).
Sezen Aksu’ya küsmenin kime ve neye yaradığını düşündüm. Kendisi bana Türkçe dilinin dünyanın en güzel dil olduğunu düşündüren insan değil miydi – “gözlerine göz değmiş” başka hangi dilde denebilirdi? Bugün olan kimseler yokken o hep var mıydı? “Allah aşkına sev, yoksa ben ölürüm” diyebilecek kadar açık sözlü bu insanla kendimce barışmaya karar verdim. Çok da iyi ettim, “bu saltanat bu haller geçici” gibi bir umut bile doğdu içimde.
Ben Minik Serçe ile barıştım, aramıza giren ve Türk halkının kendisinden başkasına hayranlık duymaması için elinden geleni yapanlara geçit vermedim, bence siz de barışın. İnanın bizi mutlu eden veya etmiş bu değerlere küsmek daha çok zarar veriyor. Sezen Aksu’yu düşünürken kadim dostu Meral Okay’ı anımsadım. İkinci Bahar dizisi aklıma geldi, keyiften iyice dört köşe oldum. Sonra da bu keyfi perçinlemek için Meral Okay’ın sözlerini yazdığı “Yine mi Çiçek” şarkısını dinledim – “yine mi güzeliz yine mi çiçek?”.
Beyoğlu – Galatasaray
Zihnim beni Beyoğlu’na götürmüşken, tabi okuluma da uğradım. Yıllarca tutkunu olduğum spor klübüne de, Anayasa hukuku uzmanı Arda Turan, sonra Hakan Şükür, sonra Fatih Terim nedeniyle küstüğümü anımsadım. Sonra bayrağımı kaptırdığım ve o zaman benim 13 yaşında olduğum Manchester United maçını hatırladım. Ne mutluluktu! Bugün beni üzen olaylar yerine, Ümit Aktan’ın ağlayan sesiyle gol diye bağrışlarını anımsamayı tercih ettim. Tevfik Fikret koridorunda sanki golleri biz atmışız gibi sevinç koşularımızı hatırladım. Israrla ben Galatasaray Lisesi’ne girmeden önce de Galatasaray’lıydım konusuna vurgu yapan, sanki bu durum beni iki kat Galatasaray’lı yapıyormuş gibi övünen hallerimi hatırladım.
Anayasamızın hükümlerini sanırım hepimizden iyi analiz etmiş ve tüm topluma tercihini dile getirmekten çekinmemiş Arda Turan yüzünden benim de yıllarca basketbol vesilesiyle formasını giydiğim kulübüme küsmeyip, Galatasaray’la da barışmaya karar verdim. E öyle olunca, tabi ki de Prekazi’nin ben ilkokuldayken neredeyse orta sahadan Monaco’ya attığı golü izledim. Mustafa Denizli’nin bunca güncel futbol figürü yanında ne kadar zarif bir adam olduğunu düşündüm. Bütün bu güzel anlar da benim ülkemde yaşandı ve burası halen benim ülkem diye sevindim.
Candan Erçetin
Candan Erçetin’le başlamıştım, onunla bitireyim. Ona hiç bir zaman küsmedim (hiç korkmadan hep ses verdi) ama bir şekilde daha az dinlemeye başladım. Önce en sevdiğim şarkısı “Bana Anlatma Sakın” aklıma geldi. Onu iki üç kez dinledim. Sonra da ikinci en sevdiğim şarkısını bugün barıştığım kendi ülkeme armağan ettim içimden – “yıllar geçtikçe sıradan mı olacaksın, yoksa yenilmeyip zamana, sevdiğim gibi mi kalacaksın?”.
Haydi gelin barışalım.