New Orleans: Cadılar ve Jazzın Başkenti

Not:&nbsp;Bu yazı&nbsp;<a href=”http://www.atlasdergisi.com/”><span style=”color: #ff6600;”><strong>Atlas Dergi</strong></span>si</a>`nin Ocak 2018 sayısı için hazırlanmış olup, ilk olarak orada yayımlanmıştır // Kendi ülkesinden de yaşlı bir şehir New Orleans. Sakinlerinin her fırsatta övündüğü gibi 2018’de 300. yaşını kutlayan bu şehrin tarihi, 4 Temmuz 1776’da bağımsızlığını ilan eden Amerika Birleşik Devletleri’nden 58 yıl önceye gidiyor. Hikâyesi ise Dünya’nın en uzun dördüncü nehri olan, Kanada’dan ABD’nin güneyine kadar inen Mississippi Nehri’yle başlıyor ve bugün halen bu eşsiz akarsuyun hükmünde devam ediyor.

Kanada’dan başlayıp Mississippi’nin izinde ABD’nin bugün New Orleans’ı da içine alan en güney eyaletlerinden Louisiana’ya kadar ilerleyen Fransızlar tarafından 1718 yılında kuruluyor şehir. Ülkenin bir diğer eski yerleşimi New Mexico’dan kalkan gece uçağım sabah ışıklarıyla New Orleans’a yaklaşırken yukarıdan bakıldığında bir yılanı andıran Mississippi’yi görüyorum. Nehrin, bugün bir diğer adı da “hayaletler ve ölüler şehri” olan New Orleans’da ölülerin nasıl gömüleceği konusunda dahi söz sahibi olduğunu sonradan öğreneceğim. Aynı bu şehrin insanlarının eğlenceye doyamadıklarından dolayı öldükten sonra bile şehre sıklıkla dönmelerini öğreneceğim gibi. Rivayete göre Dünya’da görülmemiş hesabı kalanlar hayalet olarak görünürmüş. New Orleans da şüphesiz kapanmayan hesapların şehri, bugün insanlık tarihinin en utanç verici dönemlerinden olan köleliğin de bir zamanlar baş şehirlerinden birisi olduğu gibi…

Bu, New Orleans’a ikinci gelişim. Önceki seyahatim beni sadece New Orleans’ın en çok bilinen eğlenceli yüzüyle tanıştırmıştı. Bu sefer ise şehrin geçmişine, farklı katmanlarına gideceğim. Bunun için de öncelikle New Orleans’ın biraz dışına çıkmam gerekiyor.
<h3>Utanç Çiftlikleri</h3>
Mississippi Nehri henüz tren yolu altyapısı yokken taşımacılıkta önemli rol oynuyordu, New Orleans da ABD’nin en kuzeyinden en güneyine kadar inen bu nehir üzerinde o dönemki en önemli liman yerleşimiydi. Bunun neticesinde, şehir 1700’li yıllarda köleliğin baş şehri haline geldi, çünkü Mississippi köle taşımacılığı için de kullanılıyordu. Bugün ihaneti simgelemek için kullanılan “sold down the river” (nehrin aşağısında satılmak) sözü de o dönem için en ağır kölelik koşullarına gebe güneyde, New Orleans’da yapılan açık arttırmalarla satılan kölelere istinaden doğmuştu. Köleler Mississippi Nehri üzerinden nehrin en “aşağısındaki” New Orleans’a satılmak için getiriliyor ve açık artırmalarda satın alınan bu köleler şehrin dışındaki şeker kamışı çiftliklerinde çalışmaya götürülüyordu. Bölgenin toprağı pamuk tarlalarındansa şeker kamışı çiftçiliklerinin kurulmasına olanak veriyordu.
<h3>Laura Çiftliliği</h3>
Bugün bu çiftliklerden bazıları ziyarete açılmış durumda ve kölelere ayrılan kulübelerden çiftlik sahiplerinin evlerine içine kadar birçok alanı ziyaret edebiliyorsunuz. Ben öncelikle Fransız kreol Duparc ailesinin üyelerinden Laura Duparc’ın çiftliğini ziyaret ediyorum. Kimlere kreol dendiği bugün New Orleans’da sorduğunuz kişiye göre farklı cevap alabileceğiniz bir soru. Hatta cevaplar hangi dönem için sorduğunuza göre bile değişebiliyor. Yine de en yaygın kabul edilen tanım Fransız veya İspanyol olup Louisiana topraklarında doğmuş olanlara kreol dendiği yönünde. Bir dönem, bu tanım uyarınca kreol kabul edilen bir aileye ait olmuş Laura Çiftliği, sahibinin yıllar sonra çitlikteki hayata ilişkin günlüklerinin bulunması sayesinde hakkında en çok bilgiye sahip olunan çiftlik. Burayı kendi başınıza gezmeniz mümkün değil. Belirli saatlerde çiftliğin kendi elemanları tarafından verilen turlara katılarak ziyaret etmeniz gerekiyor. Rehber, turun her anında çiftlikteki hayatı gözünüzün önüne getirmenizi sağlayacak bilgiler veriyor. Kimi hikâyelerde çiftliğin sahibi ailenin evinde hizmet veren kölelerle aile üyeleri arasında arkadaşlık oluştuğunu hissediyorum ancak rehberimiz bu algıyı yarattığının farkında, hemen uyarıyor; “dahiliyet ve kaynaşma ırkalar arasında asla eşitlik anlamına gelmemekteydi”. Günlüklerin sahibi Laura Duparc gibi kölelik kavramını benimseyememiş olmaları sebebiyle bugün “iyi kapli” olarak anılan kimi aile bireyleri ile evin içinde görevlendirilen köleler arasında oluşan arkadaşlık kölelerin insan değil ancak emtia olarak nitelenmesi gerçeğini değiştirmiyordu.
<h3>Oak Alley Çiftliği</h3>
Duparc ailesinin evinden çıkıp şeker kamışı tarlaları ve kölelere ayrılan kulübelere geçtikten sonra “eşitlik” ihtimali bir daha hiç aklımdan geçmiyor. Bölgenin özellikle yazları aşırı sıcak iklim koşulları dikkate alındığında bu küçücük kulübelerde aynı anda 15 kişinin yaşadığını hayal etmek dahi istemiyor insan. Şeker kamışı oldukça yüksek bir bitki. Tarlada çalışan köleler hemen yanlarında çalışan diğer kişileri göremiyordu, kamışlar için kullandıkları palalarla birbirlerinin ölümüne sebep verebiliyorlardı. Köleler için ortalama yaşam süresi 35 yıldı. Oysa ki Duparc ailesinin çoğu üyesi en az 60’lı yaşlarına kadar yaşamış. Beni en çok sarsan ise bu çiftliği en son terk eden köle ailesinin 1977 yılında gitmiş olması. Köleliğin ABD’deki İç Savaş neticesinde 1866 yılında kaldırıldığını dikkate alınca, 1977’ye kadar çiftlikte yaşamaya devam eden aile bana köleliğin nasıl büyük bir insanlık dramı olduğunu daha da fazla hissettiriyor. Rehberin de dediği gibi “İç Savaş geliyor, İç Savaş gidiyor ancak hiçbir şey değişmiyor”. Topluma asla entegre edilmemiş ve eğitilmemiş bu insanların bir anda yeni bir hayata uyum sağlaması ve geçinebilecek iş imkanlarını yaratması mümkün değil. Çoğu aile daha önce köle olarak çalıştıkları çiftliklere bu sefer cüzi ücretlerle çalışmak için geri dönüyor.

Laura Çiftliği’nden sonraki durağım ise aynı New Orleans gibi en az 300 yıllık olduğu düşünülen meşe ağaçlarının gölgesindeki Oak Alley Çiftliği. Burayı en son yerleşmek amacıyla satın alan Stewarts ailesi, çiftliği bir müze ve otele çevirmiş. Burayı da rehberlerle gezmek durumundasınız, farklı olarak buradakiler kostüm giyiyor. Oak Alley Çiftliği birçok filme de ev sahipliği yapmış. En ünlüsü ise New Orleanslı yazar Ann Rice’ın kitabından filme uyarlanan “Vampirle Görüşme”. Oak Alley, filmin başrolündeki vampir Louis’nin evi olarak kullanılmış. Çiftlikleri ziyaret ettikten sonra şeker kamışı tarlaları ve bataklıklardan geçerek şehre dönüyorum. Tarlalar dönüş yolunda çok başka hisler uyandırıyor bende…
<h3>Ölüler ve Hayaletler Şehri</h3>
Canal Caddesi, bir zamanlar New Orleans’ı Amerikan tarafı ve Fransız tarafı olarak bölüyordu. Mimarisi ağırlıklı olarak İspanyol döneminden kalsa da “French Quarter” olarak adlandırılan mahalleye gidiyorum. New Orleans, Fransızlar tarafından ABD’ye “Louisiana Satın Alımı” neticesinde 1803 yılında satılmadan hemen önce yaklaşık 40 yıl İspanyol egemenliğinde kaldı. Fransızlar 1800 yılında şehrin ve eyaletin egemenliğini İspanyollardan geri aldıktan çok kısa süre sonra bugünün değeriyle yaklaşık olarak 250 milyon dolara gerçekleşti bu satış ve tüm Louisiana ABD’ye geçti.

New Orleans tüm bu farklı kültürlerin karmaşasını hazmedip, günümüz Amerika’sından da bağımsız kendi kültürünü oluşturabilmiş. Şehir renkleri, insanlarının enerjisi sizi ayrı bir boyuta taşıyor. Başka hiçbir yerde duyamayacağınız hikâyeler çıkıyor karşınıza. Maddi sorunlar nedeniyle restoranını devretmesi gerekmiş ve yıllar önce ölmüş bir restoran sahibinin, sürekli hayalet olarak mekâna gelmesi ve restoranın şimdiki sahiplerinin bu ziyaretlere çözüm olarak kendisine daimî bir masa ayırması gibi… New Orleans’da her şey mümkün! Nitekim restoran sahipleri de masayı yerleştirdikten sonra öteki Dünya’dan ziyaretlerin kesildiğini iddia ediyor.

Her ne kadar şehrin hayaletleri daha fazla ilgi çekse de, New Orleans gerçekten bir “ölüler şehri”. Mezarlıkları bu denli ziyaret edilen başka bir şehir yoktur. Şehrin ölülerinin yaklaşık yüzde 90’ının toprağın altına değil, üstüne gömüldüğü dikkate alınınca ne ölüler şehri tanımı ne de mezarlıklara olan ilgi tuhaf kaçıyor. Bu işte de Mississippi’nin parmağı var tabii. Su seviyesinin biraz altında kalan New Orleans’da tabutların suyla dolmaları ve kimi sellerde suya kapılmaları neticesinde “toprak üzerine gömme kuralı” getirilmiş. Kimi açılardan ABD’nin en çok yaşam kaybına sebep olan kasırgalarından olan ve New Orleans’ı neredeyse yerle bir eden Katrina ile karşılaştırılan 2016 Louisiana selinde basına da sıklıkla yansıdığı gibi sele kapılan tabutlar hadisesi yaşandı. Bugün artık kimi mezarlıklar su seviyesinin üzerindeki alanlarda olsa da dini inançları gereği toprak altına gömülmeyi tercih eden kişiler ve toprak üzerine gömülmek için yeterli maddi imkânı olmayanlar haricinde bu gelenek devam ettiriliyor. Penceresiz kulübelere benzeyen toprak üstümezarlara birden fazla kişi gömülebiliyor. Camialara ait topluluk mezarları beni nispeten daha yaygın olan aile mezarlıklarından daha çok şaşırtıyor. Sonradan öğreniyorum ki topluluk mezarlıkları ayrı bir aile mezarlığına maddi imkanları yetmeyebilecek kesimlere hitaben doğmuş. Aynı bir diğer ekonomik defin yöntemi olarak görülen ve Lafayette Mezarlığında da örneğini gördüğüm çekmece görünümlü duvar mezarlıklar gibi.
<h3>Jazz’ın Kalbi</h3>
Şehir gerçek ve hayal arasında o kadar fazla hikâyeye sahip ki, ünlü Sri Lanka doğumlu Kanadalı yazar Michael Ondaatje de Türkçeye çevrilmemiş nadir kitaplarından Coming Through Slaughter’da New Orleans’ın hikâye kültüründen istifade ediyor. Ondaatje kitabında şehrin merkezindeki parka da adını veren ve gelmiş geçmiş en ünlü jazz sanatçılarından kabul edilen Louis Armstrong’dan 24 yıl önce, 1877’de New Orleans’da doğan ve bugün daha az bilinse de kimilerince jazz müziğini başlatan müzisyen olarak kabul edilen Buddy Bolden’ın hikâyesini anlatıyor. Bolden’ın yine bir New Orleanslı olan ve şehrin o dönem yasal olan kırmızı mahallesi Storyville fotoğraflarıyla bilinen E. J. Bellocq ile arkadaşlığı üzerinden ilerleyen bu hikâyede kaynak eksikliği Ondaatje’yi yıldırmıyor. Boşlukları şehrin de ruhuna uygun şekilde kendi zihninden hikâyelerle dolduruyor. Anlatıcının sıklıkla değiştiği bu kitabın seyri de kahramanının hem kendisi hem de müziği gibi jazza uygun şekilde kuralsız ilerliyor.
<h3>Ondaatje – Coming Through Slaughter</h3>
Ben de New Orleans’ın jazz yüzü için kendime Ondaatje’nin bu kitabını rehber seçiyorum. Bugün bekârlığa veda partileri ötesinde New Orleanslılar için iyi müzik anlamında hiçbir şey ifade etmeyen Bourbon Caddesi yerine Frenchmen Caddesi’ne gidiyorum. Yalnızca bir kere değil, New Orleans’da kaldığım her gece tekrar dönüyorum bu caddeye. Kitapta akşamları jazz sanatçısına dönüşen ancak gündüzleri bir berber olarak anlatılan Buddy Bolden’inkisi olmasa da her yıl 31 Ekim’de kutlanan ve New Orleans için Noel de dahil olmak üzere tüm bayramlardan daha özel olan Cadılar Bayramı dekorlarıyla süslenmiş bir berber buluyorum ilk gidişimde. Bolden dönemlerinden kalmış kadar eski olmasa da ilgi çekici bir dekora sahip. Her yanından müzik fışkıran bu sokakta her jazz barın önünde dakikalarca duruyorum. Her açıdan esnek bir şehir New Orleans; kimse size mekâna girin ısrarında bulunmuyor, nereden nasıl en rahat dinleyebiliyorsanız müziği, dilediğiniz yerde durabilirsiniz. Bir sonraki akşam ise daha önce de gördüğüm ancak dekor zannettiğim jazz enstrümanlarını birden ellerine alan ve en fazla 15-16 yaşında olan gençlerden oluşan sokak topluluğu oluyor Bolden’la özdeşleştirdiğim an. Kitapta Buddy Bolden’in müziğinin yakın bir arkadaşı tarafından anlatıldığı bölümdeki gibi hissediyorum kendimi. Müziğin güzelliği ve coşkusu kadar dekor sandığım enstrümanların birden canlanmasının da etkisi oluyor bunda.
<h3>Summertime</h3>
New Orleans, insanlık tarihin en acı ve utanç veren dönemlerinden birini yaşamış ama her şeye rağmen yine insanlık tarihinin en umut veren, bir yandan da en isyankâr müzik türlerinden birine merkez olmuş. Bu durum tesadüfi değil. George Gershwin tarafından Porgy ve Bess operası için yazılan, ancak yeniden uyarlanması sonucu bugün en klasik jazz eserlerinden kabul edilen Summertime’ın bir kadın kölenin kucağındaki bebeğe ninni olarak söylediği sözlerini, belki bir de yukarıda Laura Çiftliğindeki yazları düşünerek dinlemeli:&nbsp;<em>“Yazın yaşamak kolaydır diyorlar… Bu sabahlardan birisinde sen de kalkacaksın ve şarkı söyleyeceksin, kanatlarını açacaksın ve göklere uçacaksın, ama bu sabaha kadar seni hiçbir şey incitemez, annen ve baban yanında olduktan sonra…</em>” New Orleans birçok kültürü içinde barındıran bir şehir olmasının ötesinde, birçok duyguyu da içinde barındırıyor. Acı, isyan, mutluluk ve en sonunda da coşku… Sen başka hiçbir yere benzemiyorsun New Orleans.